top of page
Yazarın fotoğrafıözdenbekir karakaş

HEGEMONYA

Güncelleme tarihi: 11 Nis 2022



Grasmci bir üst yapı düşünürü olarak özellikle hegemonya ve tarihsel blok üzerine geliştirdiği öngörüleriyle, Marx’ın yapı ekseninde sınırlı kalan çözümlemelerine yeni anlamlar ilave etmiştir. Var olan hegemonik sistemin işçi sınıfı yararına değiştirilmesinin, yani işçi sınıfının hegemonyasının kurulmasının en koşut şartı, diğer sınıflarında çıkarlarını bu sınıf etrafında örgütlenerek koruyabileceklerine inanmaları ve işçi sınıfının görüşlerine rıza göstermeleridir.


Grasmci, bir düşünür olarak emek sınıfı için ortaya koymuş olduğu hegemonya düşüncesi, siyasi e ekonomik güçler tarafından tanımda amaçlanan sınıfların adı ve çıkarlar farklılaştırarak uygulandı. Buna göre yukarıdaki hegemonya düşüncesi şu hale geldi:


“ Özellikle hegemonya ve tarihsel güç ekseni üzerine geliştirdiği öngörüleriyle, kapitalist-liberal düşünce sahiplerinin yapı ekseninde sınırlı kalan çözümlemelerine yeni anlamlar ilave etmiştir. Var olan hegemonik sistemin rantiye sınıfının hegemonyasının kurulmasının en koşut şatı, diğer sınıfların da çıkarlarını bu sınıf etrafındaymış gibi göstererek örgütlenerek koruyabileceklerine inanmaları ve rantiye sınıfının görüşlerine rıza göstermeleridir.”


Politik toplumun zora (tahakküme) dayalı yapısının karşısına sivil toplum çıkar. Burada en önemli nokta, politikanın zora dayalı niteliğine karşı sivil toplumun hegemonyaya, paydaş olarak mı oydaş olarak mı yoksa na-taraf olarak mı yapılar konumlandırdığıdır. Hegemonya, egemen bir iktisadi-politik karar biriminin diğer iktisadi-politik karar birimleri üzerinde iktisadi, sosyal, kültürel, ideolojik üstünlüğü ve baskısıdır. İşte bu sebeplerden dolayı hegemonya ideolojiktir.


Devlet aygıtının zorlamalarına karşın ekonomik ilişkilerin yeniden düzenlenmesini sağlayan hegemonya, bir yandan zorlamayı geri plana iterken aynı zamanda onun gizlenmesini sağlar. Zira devlet, zorlama aygıtlarını (ordu, polis, bürokrasi, yasama gücü) gerektiğinde hegemonik sistemi tekrar sağlamak, korumak ya da direnenleri baskı altında bulundurabilmek için ileri bir tarihte kullanmak üzere saklar. Böylelikle hegemonya, “siyasal yönetim olmadan önce, kültürel ve moral yönetim durumuna gelecektir”.


Hegemonya sınıfsal hâkimiyet ilişkilerinin yeniden üretimi ve toplumsal şeklinin temalarının yanında, siyasal iktidarın toplumu nasıl yönettiğini de gözlemlemek merkezinde olanak sağlar. BU bakımdan yönetime ve siyasal egemenliğe ağırlığını koyan her sınıf, sivil toplum düzleminde tüm toplumu yönetmeye gücü olduğunu ispatlamak durumundadır. Bunu yaparken kendi oydaşları dışında, tüm toplumu yeniden şekillendirip yönetme erkine sahip olduğunu ispatlamak zorundadır. Bunun için tek çıkar yol yönetime talip olan sınıf/kesim, öncelikle hegemonik üstünlüğünü kurmalıdır. Dar açıdan bakıldığında sadece sınıflar arası üstünlük değil, bu siyasete özgü, politikayı yapma ve şekillendirme ilişkisi de hegemonyayla ilgilidir. Bir anlamda hegemonya hükmedenle yönetilen arasındaki çelişkiyi ortaya çıkararak yeni bir tarihsel blok kurulmasını, daha sonra da yeni sınıfın yönetimi ele geçirmesini sağlamak bakımından mühimdir. Grasmci, politika ve iradeyi ön plana çıkarırken, hegemonyanın toplumsal meşruluk sorunu halledildikten sonra kurulduğunu söyler. Ayrıca hegemonya da etik, moral ve ideolojik unsurlar da işin içine girer.


Sivillerin devlet-yönetim hegemonyasına karşı sığındıkları destek aldıkları örgütlü yapı, din kurumudur diğer bir ifadeyle ilahileştirilmiş makam. Cami/Kilise/Sinagog/Tapınak yani din sınıfının hegemonyasını temsil eden örgütlü kurumsal yapı. Sivil toplumun en önemli varlık alanı din yapısı, organizasyonudur. Devlet erki, dini organizasyon temsilcileriyle vardıkları uzlaşılar, hem sivil hayatın kazanımları açısından hem de hegemonya kurucularının kazanımları açısından hayati önemdedir. Özellikle sağ siyasetin zîmmi veya açık olarak dini kurumlarla yapmış olduğu karşılıklı hegemonyaları tanımaya yönelik uzlaşılar, siyasi iktidarın hegemonyasını güçlendirecek, diğer hegemonya ortağı sayesinde sivil toplumun tüm reddiyeleri ve özellikle entelektüel hegemonya karşıtı hareketleri toplum nezdinde itibarsızlaştırabilecektir.

Küreselleşmenin coğrafyası bağlamında yürütülen tartışmalarda yerellikler, genellikle siyaset-dışı, a-politik varlıklar olarak ele alınmaktadır. Bu varsayımlardan yola çıkan kavramsallaştırmalarda, iktisat ve siyaset arasındaki analitik ayırım, ontolojik anlamda bir ayrılık olarak görülüp, ekonomik küreselleşmenin ulus devleti siyasal anlamda iktidarsızlaştırdığı gibi tek yönlü bir nedensellik kurulmaktadır. Lipschutz, bu yanılsamayı ünlü tanımlamaya “kendi kendini düzenleyen piyasalar” referansıyla şöyle açıklamaktadır: “Piyasaların kendi kendini düzenlemesi ile kast edilen bir düzenlemenin olmaması değildir; daha ziyade, düzenlemenin yokmuş gibi göründüğü halde gerçekte ideolojik sisteme içkin olmasıdır.” Buna karşın yerelliklerin bugünkü yükselişi, belirli sermaye birikim süreçleriyle koşut giden mevcut hegemonik projeleri daha sağlam temellere oturtmayı ya da hegemonik projelerin inşasını hedefleyen “kapitalist devletin yeniden ölçeklenme süreci”nin bir parçası olarak anlaşılabilir. Diğer yandan, siyasete hegemonya inşasının ortamı/aracı olarak yapılan Gramscian vurgu ve toplumsal mekânın doğası gereği siyasal olduğu tespitinden yola çıkarak a) toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilerin mekânsal olarak kurulduğu ve b) kent ve bölgelerin, hegemonik projelerin parçaları ve ürünleri olduğu sonucuna ulaşmak mümkün olabilir.


Sermayenin serbest dolaşımına zemin hazırlayan uygulamalar, anlaşmalar (ile metaların ve menkullerin serbestçe giriş-çıkış yapabildiği serbest bölgeler, finansal alanlar için olanaklar hazırlanırken, diğer yandan da bireylerin, özellikle de işçilerin topraksal mekân değiştirme girişimleri (yasadışı göç olgusu) ya tamamen illegal ve ölümcül yollardan gerçekleşebilmekte ya da gitgide daha da imkânsızlaşmaktadır. Bu anlamda devletlerin içerme ve dışlama mekanizmalarını eskiye oranla daha güçlü bir şekilde sürdürdükleri ya da mekânın üst ölçeği olan ulus devletlerin ortadan kalkmak bir yana, aynen korunduğu görülmektedir. Beton ekonomisi ve betoncu düşünce diktatöryal yönetime aşırı yatkınlık gösterebilmektedir. Bu sistemi topluma oturtmak ve hegemonyasını kurmak için neo-liberalizm yapının ulus-devlet değerlerinden hoşlanmaması da bir olgu olarak ortada olmasına rağmen ulus devletin mekânsallığında topraksallık (territoriality) önemli bir yere sahiptir. Başka bir deyişle topraksallık, iktidarın mekânsal anlamda hayata geçirilmesine dayanan bir stratejidir. Bu stratejinin ayırt edici özelliği, giriş ve çıkışların denetlenmesi yoluyla bir coğrafya üzerinde tanımlanmış ilişkiler setine kimin dâhil edilip, kimin dışarıda bırakılacağına karar veriliyor olmasıdır.


Gramsci’ye göre sivil toplum ile devletin işlevleri tam olarak birleştirici ve bağlayıcıdır. Bu yaklaşımdan hareketle kent ve bölge çalışmalarında gözlenen mekânsızlaşma vurgusunun aksine, sivil toplum ile devlet arasında ontolojik bir sınırın söz konusu olmadığı; bu ikisi arasında ilişkilerin sabit ve kalıcı gibi görülmesinin doğru olmayacağı tespiti yapılabilir. Yöneten sınıfların “tarihsel birliği” devletle gerçekleşmektedir. Tarihsel birlik, somut olarak, devlet ya da siyasal toplum ile sivil toplum arasındaki organik ilişkilerden kaynaklanır. Birikim sürecinin, sınıfların ve dolayısıyla devletin biçimlenmesinde önemli işlevler üstlendiği ve birikim sürecinde belirli bir donanım elde eden sermaye gruplarının, toplumsal sürecin tümünü denetleme gücü kazandığı belirtilmektedir. Devletin bu süreçteki görevini birikim sürecini kontrol etme gücüne sahip olan sermaye kesimlerinin hegemonyası altında, ancak bütün sermaye kesimlerini gözetecek biçimde yerine getirmeye çalışır. Bu anlamda ölçek değişi süreci “devleti ne etkisizleştirir ne de yok sayar”.


Küreselleşme sürecinde ulus devletlerin gücünün azalmakta olduğu tezi esas olarak kapitalist sınıfın artan gücüne dayandırılmaktadır. Şimdiye kadar dünya kapitalist sisteminin ulusal kapitalizmlerin eklemlenmesiyle ortaya çıktığını, şimdilerde ise dünya kapitalizminin ulusal kapitalizmlerin toplamı olmaktan çıkıp, gerçekten bütün dünyada birden karar veren, her ülkeyi potansiyel üretim alanı ve Pazar olarak gören, kendi hareketliliğine bir engel tanımayan şirketlerin oluşturduğu bir sisteme dönüştüğünü göz ardı etmemek gerekmektedir.


Günümüzde, devletin eskiden olduğu gibi piyasa dışı bir aktör biçiminde algılandığı dönem bitmiştir. Piyasanın gelişimi için kurumsal altyapıyı sağlayacak düzenleyici yeni bir aktör gelmiştir. 1980’li yıllar boyunca ve 1990’lı yılların başında neo-klasik iktisat öğretisinin “negatif devlet” yaklaşımının yükselişinin ardından, günümüzde kurumcu iktisat geleneğinin “güçlü devlet” yaklaşımına geçilmiştir. Bu bağlamda Dünya Bankası negatif devletin yükseldiği dönemde devletin yetki ve görevlerinin özel sektör ile sivil topluma aktarılmasını vurgular ve önerirken; bugün ulaşılan evrede etkin devlet vurgusuyla “piyasa için devlet” formülasyonu benimsenmiş görünmektedir. Küreselleşme söyleminde ulus devletin aşındığı ve giderek yok olacağına dair ideolojik vurgunun Keynesyen ulus devlet formuna ilişkin olduğunun altını çizerken bununda ulus devletin olası tek formunun olmadığını belirtmek gerekir.

120 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

SALAŞ

Comments


bottom of page