top of page
Yazarın fotoğrafıözdenbekir karakaş

KÖYLÜ MÜ? ÇİFTÇİ Mİ?



Görsel Kaynağı: turktob.org.trrktob.org.tr

“Köylü kavramıyla, çiftçi kavramının aynı şey olmadığını anladığımız zaman, Türk tarımı için neler yapılabilir onu konuşabileceğiz. Köylü çiftçi değildir. Köylü tarımdan ve hayvancılıktan anlamaz. Anlayanı olabilir, istisnalar kaideyi bozmaz.

Şimdi karşı çıkanlar; Ama fakat lakin cümleleri kuracak olanlar olacak. İlk olarak köylü ve çiftçinin aynı kavram olmadığını anlamamız gerekmektedir. Tarım ve hayvancılık sorunları, köylülerle konuşulmaya ve sanki onlarla çözülecekmiş gibi sanmaya devam ettikçe çözülmeyecektir. Tarım ve hayvancılık çiftçinin işidir. Köylü köy de (kırsal da)yaşayan ve oranın gelenek göreneklerine göre hareket eden demektir.” (25.03.2021 tarihinde Linkedin de yazarın kendi paylaşımı)

Ara ara tarım hakkında bir şeyler yazıyorum. Hatta yazı dosyamda dört element (Toprak, Su, Ateş, Hava) üzerinden tarımın ülkemdeki sorununu ve kendimce çözüm yollarını düşündüğüm, felsefeci gözüyle tarıma bakış bir yazı taslağımda var. Fakat Linkedindeki kendi profilim de yukarıdaki yazıyı paylaştığımda gelen tepki ve yorumlardan bu paylaşımın altını boş bırakmamam gerektiği, temellendirmezsem havada kalmış bir tespit olacağını düşündüm. Bu konunun toplumca bayağı hassas bir konu olduğunu gördüm. Kavram karmaşasını her şeyde yaşayan toplumumuz bu kavramlar konusunda da bayağı bir karışık düşünceler içinde görünmektedir.

İlk olarak köylü ve çiftçi kelimelerinin sözlük anlamlarını alalım. Çünkü bizim kendi kabullerimiz ve bellediklerimiz gerçeği pek kolay göstermeyecektir. En baştan temeli sağlam atarak yazıya başlamak en iyi olacaktır. Kubbealtı Misalli Büyük Sözlükte Köy, Köylü, Köylülük ve Köyleşmek terimlerinin anlamlarına peşinde Çiftçi, çiftlik vb. kelimesine derinlemesine bakma ile başlamalıyız.

KÖYisim- (Farsça kuy/küy)

Belediye teşkilatı olmayan, genel karar organları halk tarafından seçilen, halkı daha ziraatla uğraşan, kır düzenindeki konutlardan, ahır, ağıl, tarla, çayır vb.nden meydana gelen cami, mektep, otlak, yaylak, baltalık gibi malları ortak olan yerleşme birimi.

KÖYLÜisim- ve –sıfat-

1. Köyde yaşayan, köy halkından olan kimse.

2. Aynı köyden olan kimse, köydeş.

3. –isim- Köy halkı.

4. –mecazi- Görgüsü kıt, kaba kimse.

KÖYLÜLÜK –isim-

1. Köylü olma durumu

2. Köylülere has davranış

KÖYLEŞMEKgeçişsiz fiil-

(Köyden gelen nüfus göçü sebebiyle) Şehirlerde köylere has özelliklerin hâkim olmaya başlaması hali.

ÇİFTÇİisim-

Geçimini toprağı işleyip ekerek sağlayan kimse, ekinci, rençber, çifçi.

ÇİFTÇİLİKisim-

1. Geçimini toprağı ekip biçerek sağlama, ekincilik, rençberlik.

2. Toprağı işleme, ekip biçme işi, tarım, ziraat.

ÇİFTLİKisim- (“Bir çift öküzle bir yılda sürülen toprak”)

1. Ürün elde etmek için ekilip biçilen, hayvan yetiştirilen ve içinde çalışanların oturması için evler ve ahır, kümes gibi hayvan barınakları bulunan geniş arazi, çiflik.

2. –mecazi- Yiyim yeri yapılan, bedavadan geçinilen yer.

Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir adlı eserinde köylü ve çiftçi tabirlerinin ayrı ayrı olduğunu ve aynı yerde yaşadığını şu cümle ile belirtmektedir; “Köylü ile çiftçi sınıfının hakları toprak sahibi beyler tarafından korunurdu”. Bu cümleyi açarak konuya giriş yapalım. Çünkü biz olaya kendi ülke sınırlarımızdaki durum ve bunun tespiti ile başlamak gerektiğine inanmaktayız. Osmanlı öncesinde Bizans coğrafyasında toprak mülkiyetine kadar giden bir geçmiş içinde saklıdır aslında bu kavram karmaşası. Bir toprak vardır geçmişe baktığımızda ve bu toprağın sahibi devlet, bey, ağa veya herhangi bir feodal güçtür. Köylü burada toprağa bir şekilde sahipliliği (kiracılık dâhil) olmayanlardır. Çiftçi toprağın sahibiyle kiralama ve işleme anlaşması (sözleşmesi) yapmış yani üreticidir.

Köylü ve çiftçi (saban sahibi, toprak sahibi) ayrımı Roma dönemindeki hukukta hatta daha önce Mezopotamya kültüründe de net olarak görülmektedir. Bugün köylü olarak bahsettiğimiz kesim o dönemin toprak işçisi, ırgat, gündelikçi, köle, raina gibi birçok şekilde tanımlanmaktadır.

Bizans döneminde ve onun devamcısı Osmanlı döneminde de toprak mülkiyeti tahta aitti. Topraklar ekilip, biçilmek ve asker beslenmesini sağlamak ve devlete tekrar vergi geliri olması amacıyla köylüye kiraya verilir. Bağımlı bir topluluk yaratılırdı.

Osmanlı tarihçileri Osmanlıyı köylü toplumu olarak görmektedir. Bir açıdan doğrudur. Anadolu coğrafyasının Bizans başlangıcından itibaren en büyük şanssızlığı burada hüküm süren kavimlerin hiçbirinin tarım toplumu olmaması idi.

Konstantin bir Roma Sezar’ı beraberindekiler Roma Lejyonları idi. Büyük çoğunluğu German Barbar kavimlerine mensup askerleri ile Slav kavmine bağlı insanlardan oluşmaktaydı. Bunlarda aynı sonrasında Anadolu’ya gelen göçer ve yağmacı Türkler arada gelip giden Moğollar da aynı durumdaydı. Anadolu’nun eski medeniyetlerinin Ege ovalarında, Kilikya ovalarında ve Urartuların Doğu Anadolu da yaptığı basit sulama kanalları yaptırmak için bile parmaklarını kıpırdatmamışlardır. Tahıl üretimini askerin beslenmesi yönünden merkezin kontrolüne alan Bizans ve Osmanlı bu politikayı bile yürütememiş, sürekli tahıl ithalatçısı olmuştur. Anadolu’yu ya Mısır ya da Balkanlar beslemiştir. Nüfus tarımdan anlamayan ve topraksız köylü ile kasabalar bir şekilde tahtla Loncalar ve tarikatlar (Bizans’ta Manastır/Kilise ve Loncalar) arasındaki yazılı olmayan anlaşmayla ekonomik ve dini kontrolü elinde tutan kesimden oluşuyordu. Bizans ve Osmanlı döneminde kimi zaman öyle olmuştur ki, köylü üzerinde ekonomik yük taşıyamayacağı duruma gelmiştir.

Osmanlı narh sisteminin aynısı Bizans’ta da vardı. Bu narh sistemi Bizans ve Osmanlı esnaf ile zanaatkârları arasında çoğu zaman uygulanamamıştır. Bununla ilgili birçok ferman ve kanun bulunmaktadır. Fakat durum düzeltilememiştir. Bu narh sisteminin tek uygulandığı kesim esnaf ve zanaatkâr hammaddesini karşıladığı köylüdür. Ürünü alırken narha milimine kadar uygun davranan esnaf o yüceltilen “ahlakıyla” nedense kendisi pek de uygulamaya yanaşmamıştır. Bununla ilgili gücü o yörenin tekkelerinden almaktadır. Yani ekonomik olarak sürekli bağımlı hale getirilmiştir.

Elinde toprak hakkı olmayan, ekonomik figür olamayan köylüdür. Evinin damının altında bir iki inek, üç, beş koyun veya keçi, beş on meyve ağacı ile bir avuç toprağa olana bugün köylü, tarım üreticisi diyoruz ya da öyle sanıyoruz ya o günkü vergi ödeyenler bile onları çiftlik sahiplerinden ayrıca değerlendirmektedir.

Köylü özellikle Anadolu köylüsü (istisnalar olmak kaydıyla) tarımdan anlamamaktadır. Osmanlı döneminin son döneminde çıkarılan Mecelle hukukuyla beraber toprak sahibi olmak konusundaki engeller kalkıyor. Kalkıyor kalkmasına da esnaf bu toprak sahiplenme işine soğuk bakıyor, daha önce birçok yörede toprak sahibi olma hakkı elde etmiş feodallerin elinde köylüleri ile beraber (o zamanda köylüler toprakla beraber Toprak sahibine ait sayılıyordu). II. Abdülhamit döneminde Teselya saray tarafından satılırken, köylüler tekrar sayılmış ve onlarla beraber değer biçilip satılmıştır.

Toprak sahibi olmak bu sefer, Gayrimüslim özellikle Rum ve Ermenilere kalmıştır. Yahudiler Ege ve Trakya da birkaç yöre dışında pek toprak sahipliliği işine girişmemiştir. Zaten Osmanlı bu toprak edinme hakkını verirken, köylüyü toprak sahibi yapmak gibi bir amacı da yoktu. Bugün Anadolu tapu ve kadastro arşivlerinde çalışanlar birçok yörede tarlanın sahibi olduğunu iddia eden köylülerin Osmanlı defterlerinde görünmediği ve Anadolu’nun daha birinci kadastrosunun bile daha yeni tamamlanmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu yörelerde kadastroyu işlemlerini yapmaya giden görevliler köylülerin bir kısmı ve muhtardan oluşan bir heyetin beyanlarına göre deftere işlemektedir. Anadolu tabiriyle bunca zamandır toprak sahipliği iddiaları imtiyazlı olanlar ve toprak feodalları hariç “muhtar Defteri’nde kayıtlı söylemiyle yürütülmüştür.

Biz de tarım toplumu olmaması sebebiyle bir şekilde köylünün elinde bulunan araziler yüzölçümü olarak maalesef miras ve başka sebeplerden dolayı parçalanmıştır. Çoğunun üretim açısından ekonomik bir değeri yoktur. Hatta kimisi köylü denilen kesimin yalnızca kendi ihtiyaçlarını belli bir dönem karşılayacak şekilde bahçe, bostan şeklindedir.

Köylülükle, çiftçilik ayrımı ekonomik olarak en belirginleştiren biri bu toprak sahiplik oranıdır. Bu toprak feodalliği ile karıştırılmaması gereken bir durumdur.

Buraya kadar köylü, serf ve ırgat kavramlarını yönünden “köylü” tabirine baktık. Toprak sahipliği veya mülkiyetle tamamen bağlı olan bu tanımlama içinde görülüyor ki (bir daha tekrar etmekte fayda var; yoksa alınganlık gösterenler ve aynı kabulleriyle devam etmek isteyecekler olacaktır) bir şekilde elde edilmiş bir parça toprağı (çoğu ekonomik değildir), birkaç ağacı ve hayvanı olan kişi çiftçi değildir, köylüdür. Toprak paylaşımını sürekli bize bıraktığı miras büyük işlevsiz köylü nüfusudur. Ve bu nüfus bazı kesimlerin çok fazla işine yaradığı için köylülükten, çiftçiliğe geçmemeleri için ellerinden geleni de yapmamaktadır.

“Milletin çiftçisiyle, esnafıyla, tüccarıyla, bütün köylüsüyle güvenine eriştikçe ileri, daima ileri, korkusuz ileri yürüyecek, bütün saf ve büyük ruhlu halkın benimle beraber geldiğini bilerek kararlılıkla daima ileri yürüyeceğim. Bu saf kitle, bilmezsiniz ne kadar yenilik taraftarıdır.”

Mustafa Kemal ATATÜRK, 1923.


Cumhuriyetle beraber özellikle Birinci ve İkinci Kalkınma Planlarında ve öncesinde İzmir İktisat Kongresinde tarım ana gündem maddesi olmuştur. Anadolu semalarındaki yıldızından fazla köyü olan yeni Cumhuriyet ve onun ilerici Kurucusu bu yeni devletin toprakla, tarımla üretmekle yükselebileceğini görmüştür. Cumhuriyetin ilanın sabahına kadar “ayan” ve “eşraf” olan esnaf, toprak ağası, bey, bürokrat devletin merkezinin gözdesi iken, Atatürk ilk defa o köydeki köylüyü merkeze koymak istemiştir. “Türk köylüsünü ‘efendi’ yerine getirmedikçe memleket ve millet yükselemez.”(M.K. ATATÜRK) Atatürk bunu söyledikten sonra bunun iyi bir planlama, eğitim ve toprak reformuyla olabileceğini göstermiştir. Behçet Kemal Çağların güftesini, Adnan Saygunun bestesini yaptığı “ZİRAAT MARŞI” (Daha sonra Köy Enstitülerinin Marşı olmuştur, bu hedefleri çok iyi anlatmaktadır;

“Sürer, eker, biçeriz güvenip ötesine

Milletin her kazancı, milletin kesesine

Toplandık başöğretmen Atatürk’ün sesine

Toprakla savaş için ziraat cephesine./

Biz ulusal varlığın, temeliyiz, köküyüz

Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz”


Atatürk 1936 Meclis açılışı konuşmasında toprak reformu yapılmasının, bu ülkenin tarımını geliştirip, ülkenin ekonomik ve sosyal seviyesini yükselteceğini söylemiştir;

Toprak kanununun bir sonuca varmasını Kamutay’ın yüksek hizmetinden beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa sahip olması, mutlaka lâzımdır. Vatanın sağlam temeli ve imarı bu esastadır. Bundan fazla olarak, büyük araziyi modern vasıtalarla işletip vatana fazla ürün temin edilmesini teşvik etmek isteriz.” Bugün Atatürk ve o dönemi tek parti, diktatörya diye suçlayan toprak ağası düzeni, o gün ve sonrasında meclisten Toprak Reformu kararı çıkmaması adına herşeyi yapmıştır. Atatürk’ün ülke kalkınmasının tarımla, onunda Türk köylüsünü çiftçi olmasıyla olabileceğini görmüştür. Bugün köylülüğü kutsayan zihniyet ve o kavrama sarılmış olan ve onunla övünen kalabalıklar bir türlü görmemiş veya görmek istememiştir.

Atatürk ve sonrasında İnönü döneminde Köylülerin toprak sahibi yapılıp çiftçi olmamalarını sağlayacak düzenlemeler, Meclisteki özellikle iki kesim tarafından şiddetle muhalefete maruz bırakılmıştır, birinci kesim toprak sahipleri, “ayan”, “eşraf” erkânı ile muhafazakâr kesim taraftarları (hâlbuki özellikle İslam mülkiyet konusunda hiçbir kısıtlama yapmamasına rağmen). Bu iki kesim arasındaki işbirliği Atatürk döneminde kendini göstermiş olmasına rağmen, sonrasında İnönü döneminde Köylülük yerine toplum niteliğinin arttırılması amacıyla kurulan Köy Enstitüleri ve peşinden tarımın gerçek ekonomik ve sosyal konumunu sağlayacak olan Toprak reformu kanunu denemeleri Atatürk ve İnönü dönemindeki kanunların isimleri özellikle “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” dur. Atatürk’ün Köy Kanunu dışında Tarımla ilgilenen kesimle ilgili olarak kullanılan ifade “Çiftçi”dir. Köy kanunun en büyük özelliği Köyün bir yerleşim yeri olarak konumu belirlemek için, tarım arazileri, otlaklar, meralar, su kaynakları ile bu alanların yeraltı ve üstü zenginliklerinin tamamını koruma altına almaktır. Bu kanunda tarım alanları, meralar ve otlakların imara açılamayacağı, madencilik veya her ne ad altında olursa olsun yabancıya satışı ve kullandırılması yasaklanmaktaydı. Köylülük üzerinden beslenen siyasi iktidarlar ve mevcut iktidar döneminde bu Kanun özellikle yabancılara maden işletmesi ve mera ve otlakların imara açılması kanunu değiştirilmiştir. İki taraflı olarak delinen bir tarım arazisi yağması başlamıştır. Küçük köylülük bağlamında oy deposu olan yerlerde direk Köy Kanunu üzerindeki değişikliklerle, Büyükşehir Kanunu bütün il sınırlarına yayarak bu tarz kentlerde köy yapılarını mahalleye çevirerek toprak üstündeki ekonomik tarımsal değeri rant değerine tahvil etmişlerdir.

Köylülük ve çiftçiliğin temel ayrımı Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Nesrin Astam Yıldız’ın da belirttiği gibi; “Çiftçilik, bazı durumlarda doğaya karşı savaşı da gerektirir. Nasıl yürütüleceği büyük ölçüde ekonomi meselesidir” (Linkedin ’den alıntı) ekonomidir.

Çiftçi üretim ekonomisinin bir bireyidir. Günümüz sözcükleriyle bir tür sanayicidir. Fabrikası doğa olan fabrikatör. Köylü çoğu kez çiftçinin işçisi, ustabaşısı olabilir, olmayabilir de. Köylü özellikle Anadolu da bugün gurbetçi dediğimiz kesimdir. Köylüdür evet, ama çiftçi değildir. Gurbetçidir, her iki taraf da ucuz işgücüdür. Köydeki ezilmişlikle beraber, kentte de ezilendir. Köylülüğü şehirde de devam eder. Getto ve varoşlarda hemşerilik bağı ile köylülüğü devam ettirmektedir.

Tarım toplumu olduğumuz andan itibaren gelişme başlamıştır, gelişme başlamıştır. Tanrı iki kardeş arasındaki mesele de tarlayı, eken, süren ve üretenden yana olmuştur. O günden buyana tarım ve tarım üreticisi insanlığın ekonomik, kültürel ve teknolojik gelişmesinin taşıyıcısı olmuştur. İlk medeniyetler çiftçilerin sürdüğü, ekip, biçtiği topraklar üzerinde kurulmuştur. En barbar kültürler akınlarını, yağmalarını çiftçilerin olduğu yerlere yapmıştır. O çiftçi o en barbar toplulukları aynı tohum gibi ehlileştirmiş, kültürlendirmiş, medenileştirmiş ve tarih sahnesinde karnı tok, kasası dolu bir şekilde kendini gösterme imkânı vermiştir. Devletlerin kurulması çiftçinin kurulmasınadır. İlk kanunlardan itibaren saban, silah kadar önemlidir. Eski tabletlerde çiftçi, köylü-serf ve köleden ayrı değerlendirmiştir. Toprak sahipliliği görünüşte bugün bizim için tuhaf bir bakış açısı gelmesine rağmen, geçmiş ekonomik ve devlet yapılarına bakınca çok önemlidir. Bugün antik kentlere bakarsanız, ovaların hemen üstünde tarım alanlarına zarar vermeyecek ve onları da göz önünde tutacak şekilde kurulmuştur. Tepe düzlüklerinde ya da yamaçlarda teras sistemi kurulan kentlerin beslenme ihtiyaçları tarım alanlarından sağlanırken, bunların güvenliği de o kentlerin en önemli sorunu olmuştur. Mısır medeniyetinin ilk kadastro faaliyetlerinden başlamak üzere hiçbir tarım alanının mirasla veya başka bir yolla küçük küçük parsellere bölünmesine müsaade etmemiştir.

Ülkemiz açısından en beylik sözlerinden biriyle başlamak gereklidir; “Anadolu tarımın, buğdayın doğduğu yerdir.” Bir yönüyle çok doğrudur, bir yönüyle tamamen safsatadır”. Anadolu’nun en büyük şanssızlığı Romalıların ve Türklerin tarım toplumu olmamasıdır. Bugün köylerde köye duygusal ve kültürel olarak bağlanmış olan köylülerin büyük çoğunluğu, tarım ekonomisi olarak negatif bir değer taşımaktadır. Köylerin sayısının bu kadar çok olması aslında sorunun ne kadar büyük olduğunu da göstermektedir. Fakat kimse görmek istememektedir. Köy geleneklerle birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Tüm gelenekler o kadar içselleştirilmiştir ki, bir türlü geleneklerden çıkılamamaktadır. Kasaba kültürünün taassubu ekonomikken, köydeki geleneğin tamamı bir inancın parçası haline getirilmiştir. Kişilerin karakterleri olmuştur. Bütün değerlendirmeler köyün geleneği ve hemşerilik bağlarıyla çözülmeye çalışılmaktadır. Bizim kasaba kültürü köy ve köylüden ekonomik olarak faydalanma ve dışta tutmak üstüne kurulmuştur. O yüzden özellikle 1980lerden Türkiye’deki belli merkez metropoller “kasaba metropoller” olmuştur, metropollerin çevresi de aynı “varoş-köyler” kurulmuştur.

Köylülük, çiftçilik konusu sosyolojik olarak daha uzun bir yazıyı hak etmektedir. Estetiğin köy ve köylü de eksik olmasının sebebi, davranış ve yaşayış kalıpları gibi durumlar hakkında da uzun uzun durmak gerekmektedir. Bu yazımız konuyu daha detaylı ele almak için girizgâh olması amacıyla yazılmış olarak kabul edilmesi koşuluyla hem de elimde “dört element ve tarım” yazı çalışmam için sonlandırmak istemekteyim.

Sonlandırmadan önce yukarıdaki paylaşımdan sonra çok değerli yorumlarıyla katkı sağlayan tüm dostlara teşekkür ederim. Ve bu konuyu bir dosya halinde ekonomik, antropolojik, sosyolojik, psikolojik ve en önemli felsefi olarak elimden geldiğince inceleyip kendileriyle paylaşacağımı tekrar belirtmek istiyorum.

Sayın Hidayet Yıldız’ın yorumla beraber gönderdiği Şükrü Erbaş şiiriyle selamlıyorum, Sevgiyle kalın.

Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?


Köylüleri niçin öldürmeliyiz?


Çünkü onlar ağır kanlı adamlardır

Değişen bir dünyaya karşı

Kerpiç duvarlar gibi katı

Çakır dikenleri gibi susuz

Kayıtsızca direnerek yaşarlar.

Aptal, kaba ve kurnazdırlar.

İnanarak ve kolayca yalan söylerler.

Paraları olsa da

Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.

Her şeyi hafife alır ve herkese söverler.

Yağmuru, rüzgarı ve güneşi

Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden

Düşünemezler...

Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek

Topraklarını büyütmeye çalışırlar.


Köylüleri niçin öldürmeliyiz?


Çünkü onlar karılarını döverler

Seslerinin tonu yumuşak değildir

Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler.

Gazete okumaz ve haksızlığa

Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar.

Adım başı pınar olsa da köylerinde

Temiz giyinmez ve her zaman

Bir karış sakalla gezerler.

Çocuklarını iyi yetiştiremezler

Evlerinde, kitap, müzik ve resim yoktur.

Bir gün olsun dişlerini fırçalamaz

Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.


Köylüleri niçin öldürmeliyiz?


Çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler.

Birbirlerinin evlerine ancak

Ölümlerde ve düğünlerde giderler.

Şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar

Gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır

Ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.

Binlerce yılın kalın kabuğu altında

Yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.

Aldanmak korkusu içinde

Sürekli birbirlerini aldatırlar.

Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse

Karılarından en az on adım önde yürürler

Ve bir erkeklik işareti olarak

Onları herkesin ortasında döverler.


Köylüleri niçin öldürmeliyiz?


Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler

Kendilerinden olanlarla alay edip

Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.

Devlet, tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir.

Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.

Yiğittirler askerde subay dövecek kadar

Ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-

Ezim ezim ezilirler.

Enflasyon denilince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler.

Cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp

Onbir ay gökyüzünden bereket beklerler.

Dindardırlar ahret korkusu içinde

Ama bir kadının topuklarından

Memelerini görecek kadar bıçkındırlar

Harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez

Şehre giderler!


Köylüleri niçin öldürmeliyiz?


Çünkü onlar otobüslerde ayaklarını çıkarırlar

Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara

Herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden

Kızlarının talihsizliğini

ve hayırsız oğullarını anlatırlar.

Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde

Bunun, Tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.

Ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta

Gizli bir övünçle, uzak şehirdeki

Zengin bir akrabalarından söz ederler.

Kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar

Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre

Yollara tükürürler..

Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine

Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.


Köylüleri niçin öldürmeliyiz?


Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.

Yarı gecelerde yıldızlara bakarak

Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.

Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa

Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler.

Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe

-Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa-

Sonuçlarını görmeden inanmazlar.

Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.

Mülk düşkünüdürler amansız derecede

Bir ülkenin geleceği

Küçücük topraklarını ipoteği altındadır.

Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden

Zamanın derin ırmakları önünde...


KÖYLÜLERİ, SÖYLEYİN NASIL

NASIL KURTARALIM?

Şair Şükrü Erbaş

212 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page