top of page
Yazarın fotoğrafıevrenseldevinim

MOR İMPARATORLUK 4

ERGUVAN YILLAR



Akmerkezin arkasından yürüyerek Arnavutköy’e inen yokuşun yoluna girdiler. İstanbul’da okumaya gelmişlerdi. Nazlı ve Bekir lise yıllarından beri hayalleri İstanbul’da okumak, İstanbul'u gezmek, İstanbullu olmak. Bu dönemler hep moda olmuştur ya, fotoğraflar çekmek, sosyal medya da paylaşmak. Fotoğrafçılık dönemin tarihyazıcılığı gibi. Bu dönemin tarihi ileri de görsel olarak yazılacak. Her an, her durum her şey görsel olarak kayıtlı. Bundan sonra ki tarihin ifade şekli şemali çok başta olacak. Hepimiz bir şekilde buna katkı da bulunuyoruz.


Bu yokuştan ilk defa ineceklerdi. Yokuşun baş tarafı Etilere yakın olan yerler apartmanlarla modern İstanbul veya Beton İstanbul. Yürümeye devam ettikçe yokuş yarılandıkça aşağı doğru, İstanbul değişmeye başladı. Sağlı sollu 1-2 katlı evler, bahçeler, seralar, ağaçlar. Yokuşun bundan sonrasında bütün fon rengi Mor'du. Sağlı sollu erguvan ağaçları, Nazlı selfiler yapıyor , her ağacı fotoğraflıyor. Bekir'i bir şekilde kadraja yerleştiriyor. Boğaz görüntüsüyle erguvanı bu rengi beraber fotoğraflamaya çalışıyorlardı. Erguvan ağacının, erguvan ağacı olduğu bilmiyorlardı. Rengi İstanbul'u başkalaştırması çok hoşlarına gitmişti.


Yokuşun ortalarına doğru, eski bir evin avlusuna açılmış kafe gördüler. Birer çay içip sohbete devam için oturdular. Çayları söyleyip, o gördükleri ağaçların güzelliğini renklerinin harikalığından bahsediyorlardı. Cafenin sahibi orta yaşın üstündeki Selim bey çocukların coşkuyla birbirlerine anlattıklarına kulak misafiri oluyordu. Sonra dönüp çocuklara : O ağaç Erguvan ağacıdır. İstanbul'un ağacı, İstanbul'un rengi, İstanbul'un ışığıdır o.


Çocuklar hayretle bakıyorlardı… Bekir elindeki akıllı telefonla erguvan hakkında bilgi aramaya başladı. Selim bey gülerek:

-İstanbul erguvanın şehridir. Erguvan çiçeği İstanbul'dur. Akıllı telefonun bilmediği, bilemeyeceği Erguvan İstanbul hikayesi dinlemek ister misiniz.? Erguvanı bilmezseniz, İstanbul'u bilemezsiniz.

Çocuklar gülümseyerek:

-Müthiş olur. Anlatırsanız çok seviniriz.

- İstanbul'un rengi erguvan rengidir. Yani mor. Soyluluğun asaletin rengi. Bizans döneminde yalnız imparatorluk mensuplarının kullanabildiği, sarayda mor odalarda doğup , mor ipeklere sararak hayata merhaba dedikleri azametin, zarafetin, hüznün, utancın, gücün, kibrin, naz ve niyazın, aşkın meşkin, neşenin rengi. Ağacı da “soylular ağacı”.

Mor niye bu kadar önemli biliyor musun?

-Yok dedi Nazlı. Çok güzel bir renk onu biliyorum.


- Mor en zor elde edilen renkte o yüzden. Tyrian Moru Kralların, soyluların, din adamlarının üzerinden hiç eksik olmadığı , Roma imparatorlarının ve özellikle Doğu Roma, Bizans İmparatorlarının alameti farikası, yalnız İmparator pelerini Mor olabilirdi. Bir de kilise den belli kişiler bu rengi kullanabilirlerdi. Ama pelerinde İmparator dışında kimse kullanamazdı.

Ege ve Akdeniz Kıyıları özellikle Lübnan'ın Sur kenti kıyıları mor renginin kaynağıydı. Morex brandaris isimli deniz salyangozu mor renginin doğal kaynağıydı. 12 bin salyangozdan 1,5- 2 gr boya çıkardı. Anlayacağınız bir pelerini boyamak için büyük bir katliam gerekli. Bu da paha da çok değerli bir renk yapıyor Mor'u.

- - Ama bu vahşet dedi. Nazlı o kadar salyangoz ölüyor. - Haşmet ve güç biraz da vahşetten geçer, küçük hanım. Bizim bugün kullandığımız erguvan kelimesi Farsçadan geçmedir. Kelimenin ana kökeni de Akadça “argamannu” ‘dur. Farsça “Argavan”, günümüz Türkçesinde ergüvan olmuştur. Farsça da utancın rengi olmuştur. Biz de ise aşkın, coşkunun, neşenin rengi olmuştur. Bakın Ömer Hayyam erguvanı nasıl kullanmış rubaisinde ;

Bir kadeh bir bedendir, cana gebe! Bir yasemindir, erguvana gebe! Hayır; yanlış; ne odur şarap ne bu: Bir sudur; bir su ki yangına gebe! Nef’i de yasemenlerle beraber anar erguvanı; Yine çıktı beyaza nakş-ı her serv-i gül endâmın Sarıldı yâsemen şâh-ı nihâl-i erguvân üzre.

- İstanbul’u Konstantinopolis olarak kuran Konstantin’in cenazesi aynı Homeros’un İlyada destanında anlattığı Hektor’un cenazesi gibidir. Konstantin'in cenazesi Altın tabuta konmuş, mor bezlerle sarılmış ve boğaz kıyısında gizli bir yere gömülmüştür. Hektor'un kemikleri de erguvan renkli yumuşak bir örtü ile sarılmış ve altından bir tabuta konularak gömülmüştür. - Bir ağaç bir renk bu kadar hikaye, baktıklarımızın arkasında ne deryalar varmış dedi Bekir. - Evet delikanlı bakmak ile görmek arasındaki fark budur işte. İstanbul Mor imparatorluktur. Dünya da bir sürü kent, bir sürü başkent, her ülkenin gözbebeği vardır ama Asalet Kenti, Asaletin İmparatorluğu İstanbul’dur. Konstantinopolis. Afroditi bilirsiniz değil mi, Güzeller güzeli Afrodit , İstanbul olur da güzellik olmaz mı? Güzellik olur da Afrodit olmaz mı? İşte o Tanrıça Afroditin topuğuna diken batar, kanı beyaz güle değer beyaz gül erguvan rengine döner. O zamandan bugüne kadar Asil kanı Yunan ve Roma’da “erguvan kanlı” olarak kabul edilmiş. Erguvani Kan k kutsal kabul edildiği için soylular ve İmparatorluk mensupları cezalandırılacağı zaman Yunan ve Roma medeniyetinde cezalandırılacak asil kanlılar boğularak infaz yerine getirilirdi. Kutsal kan akmasın diye. Bu uygulama size tanıdık geldi mi? - -Aaa, Selçuklu da, Osmanlı da böyle değil mi? Ben bunu İslam’la alakalı sanıyordum. - Anadolu coğrafyasında kurulan Türk-İslam İmparatorluklarında böyle. Bizans kültürü bu iki büyük Türk devletinin de çok etkilemiştir. Daha sonra sanki dini imiş gibi bir forma sokulmuştu. Bakın Afroditin ak topuğuna değen diken bizi nereye getirdi. Oğlum bizim çayları tazele bakayım diye bağırdı, genç garsona. Çaylar gelene kadar Ahmet Haşim diyelim ; Gün bitti, Ağaçta neşe söndü. Dallar ateş oldu. Kuş da yakut, Yaprakla kuşun pırıltısından Havuzun suyu erguvana döndü. Orhan Veli Kleopatrayı bindirir gemiye ne dermiş sonra ; Ve gemisinde Kleopatra Neden yine kaynaştı havalar? Saadet mi getiriyor rüzgar Dolarak erguvan atlaslara? İstanbulun Şairi Yahya Kemal erguvansız bırakır mı şiirini; Beklemem fecrini leylaklar açan Nisanın, Özlemem vaktini dağ dağ kızaran erguvanın. - Ya ne güzel anlatıyorsunuz? Ne çok şey biliyorsunuz? - Bilmiyorum küçük hanım, İstanbul biriktiriyorum Bak bu gün günler ne biliyormusun? - 11 Mayıs dedi kesin ifadeyle Bekir - Evet 11 Mayıs ama…. - Ama…. - Ama… - 11 Mayıs İstanbul’un kuruluş tarihi. - 29 Mayıs Fethini biliyorduk ama, 11 Mayısı hiç duymamıştık. - Konstantin Roma imparatorluğunun Doğusunun İmparatoru olunca daha önce gözüne kestirdiği bu beldeyi kendi muzaffer şanının kenti yapmak için geldiğinde ve bu beldeye tekrar aşık olduğunda her tarafta erguvanlar açmış, her yer ışıl ışıl erguvani renkteymiş. Tarih 11 Mayıs , Bu şehr-i erguvan-i böyle kurulmaya başlanmış. Erguvan bu güzelin gerdan-ı zeynebi olmuş. 11 Mayıs ya da Erguvan ağacının çiçek açma dönemi Bursa da Emir Sultan Hazretlerinin tüm müritleriyle hasret giderdiği “Erguvan Faslı”, “Erguvan Bayramı” olmuş. 14. Yy’dan 19.yy sonlarına kadar Bursa’da kutlanmış sonra unutulmuş. Halbuki Konya’da Mevlana Hazretlerinin Şeb-i Aruz’u gibidir, Emir Sultanın Erguvan günleri. - Bu coğrafyaya gelen herkes için çok kıymetliymiş Erguvan. Çok anlam yüklemişler anladığım kadarıyla. Diye düşünceli düşünceli anlatılanlarını kesmek istemezcesine hafif sesle söyledi Nazlı. - Anlam yüklemek yerine anlamlandırdı diyelim ya bu arada ben Selim Selecek. Sizlerle de tanışsak bu kadar anlatıyoruz. - Ben Nazlı Çiçek. Yıldız Üniversitesi Elektrik Mühendisliğinde okuyorum. - Bekir. Bekir Karaböcek. Felsefe de okuyorum. - Ohh ne güzel biriniz Çiçek, biriniz böcek. Bak aklıma gelmişken bir Edip Cansever okuyalım. Boşversene sen niye beklemeli Sıktı artık bu kent beni Çekip gitmeliyim hiç düşünmeden Bulmalıyım aradığım o yeri Şiirmiş, bilgelikmiş her neyse Ne varsa benden kalsın geride Kalsın o yalanlar, o yalan ilişkiler de Ve ölümler ki sevdanın ikiz doğurduğu Yetsin, taşımak istemiyorum hiçbirini yedeğimde Nerdesin ey benim hergün yeniden doğan oğlum Sevginin çoğul oğlu Senin ülkende yalnız bütün özlemler Bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, coşku Bayrağındaki tek çiçekli dalla Orda uçsuz bucaksız Olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu. Bu arada benim soyadım Selecek var ya o da Erguvan ağacının bir adı. Şahmeranı bilirmisiniz? - Orada da mı geçiyor erguvan? Dedi yok artık bakışıyla Bekir. - Geçmez mi içinde aşk, sevda, asalet olur da geçmez mi. Tahmaz isimli genç bir adam günlerden bir gün derince bir mağarada Şahmeran isimli yarı kadın yarı yılan bir varlıkla karşılaşır. Mağarada geçirdiğii günler ardından birbirlerine aşık olurlar. Tahmaz yeryüzünü özleyip geri döndüğünde, Şahmeranı arayan kötü niyetli bir Vezire yakalanır ve işkencelerin ardından Şahmeran’ın yerini söyler. Şahmeran da yakalanıp Vezirin huzuruna getirilir. Tahmaz Şahmeran’ı görünce utanç içinde kalır. Şahmeran sonsuz erdem ve bilgiye sahiptir; vezirin amacı bunu elde etmektir. Şahmeran başını yiyenin öleceğini, kuyruğunu yiyenin erdem ve bilgiye kavuşacağını söyler. Vezir kılıcı ile Şahmeranı ikiye böler ve kuyruğunu yer. Tahmaz ise acıya dayanamayıp ölmek maksadıyla sevgilisinin başından bir parça ısırır. Fakat Şahmeran Veziri kandırmıştır, söylediğinin tersi olarak zehirli olan kuyruğu, erdem veren ise başıdır; bunun üzerine Vezir ölür, Tahmaz ise sonsuz bilgiye kavuşur; lakin sevgilisini yitirmenin üzüntüsü içinde kendini uzak diyarlara salar. - Eeee erguvan nerede? Nazlı meraklı bakışla sorar. - Nazlı kızım dur bakalım gelecek. Vezir, Şahmeran öldü, Tahmaz gitti diye hikaye bitmedi. Çatalcayı bilirmisiniz? - Evet İstanbulun ilçesi. - Erguvanın şimdilerde en bol olduğu yer ama taa eski zaanlardan beri, Çatalca’da erguvanla ilgili değişik efsaneler vardır. Bu arada Erguvan Festivali de vardır haberiniz olsun, Siyavuş Paşa saray bahçelerine ağaç dikileceği zaman Çatalca taraflarından Erguvan Ağacı istetmiştir. Bu Çatalca’da Şahmeran destanının anlatılmasında denir ki, Gelecekte bir vakit Şahmeran’ın yeraltındaki ordusunun erguvanların çiçek açtığı mevsimde Çatalca’daki mağaralardan yeryüzüne intikal ederek, dünyayı ele geçirecekleri söylenmektedir. Bu nedenle her yıl Şahmeran’ın askerlerinin Çatalca’ya erguvan ağaçları diktikleri rivayet edilmektedir. Bu yüzden de Çatalca’da her geçen yıl erguvan ağaçları, halk tarafından dikilmemesine rağmen artmaktadır. - Oğlum bana sade, misafirlere sor bakalım nasıl içerler? - Ben orta şekerli alayım lütfen? Nazlı söylerken - Sade alayım. Erguvanla kahve arasında bir bağ yok değil mi? Var derseniz bayılacağım dedi gülümseyerek Bekir. - Var ama anlatmayacağım, o da Erguvanla, Kahve ben arasında sır olsun. Kahve gelene kadar Erguvanın şairinden erguvan şiirleri söyleyeyim sonra da İsa’yı anlatayım, İsa, hain Havari ve Erguvan Ağacı. Bakın Hilmi Yavuz ne demiş; Erguvanlar geçip gittiler bahçelerden. Geriye sadece erguvanlar kaldı. Karamanlı Nizami ; Ger idersem kadd ü ruhsârun yolında cân revân Bitiser sinümde sinem üzre serv ü ergavân Refik Durbaş; Geçen yazın güneşinde kavrulan sandalye incir ağacının gölgesine sığınmıştır Gönlü kırık bir testi, fesleğenleriyle yalnızlığının labirentindedir Erguvan ağacının gölgeliğinde uzunluğunu unutmuş çamaşır ipi bedeninin iğreti mandallarıyla gölge ve güneş ışığı aralığında sınır çizgisi olarak dursa da aslında sırat köprüsü niyetine hayal etmektedir kendisini: Kara ile beyazın, serinlik ile sıcaklığın, keder ile sevincin, ölüm ile hayatın aralığında… Burası, evlerin tavan arasıdır arka bahçesi yani… Fatih Söyler’in şiirini bir yerlerde okumuştum, çok hoştu; kayık sessizce geldi, kıyıcığa demirledi deniz, kayık kokuyordu kayıksa yosun bakınırken sağa sola, onu gördü uzaktan o, orada, çınaraltı kahvesine çıkan taş kaplamalı yolun sağında, beyaz badanalı, alaturka kiremitli evin bahçe duvarının üzerinden merakla seyrediyordu denizi meltem ifil ifil esiyordu meltem taşıyordu kokusunu o, kendisine bakıldığını hissetti: oradaydı o, yolun karşısında kıyıda demirliydi kayık, deniz kokuyordu denizse yosun utandı, yapraklarıyla gizlenmek istedi; meltem sertleşiverdi, gizlenemedi kayığın içi titredi denizden çıkmak, ona gitmek istedi; bırakmadı deniz: gidemedi. o bir erguvan ağacını sevdi üzerinde bir milyon nisan çiçeği Babasız Meryem’den doğan İsa’nın son akşam yemeğini bilirsiniz değil mi, o hikayenin bir yerlerinde Erguvan Ağacı çıkar karşına. İngilizler Judas Tree derler, Almanlar Judasbaum, Fransızlar da Arbre de Judée derler. İsa’ya atfen İsrail’in erguvan ormanlarının bulunduğu bölgeye Judea derler.

Markus’un İncilindeki anlatılarda Romalı askerlerin Hz. İsa’yı çarmıha germeden evvel, valinin sarayına götürerek yalnızca Kralların ve İmparatorların giyebildiği Erguvani bir kıyafeti giydirdikleri kafasına da taç olarak dikenli sarmaşıklardan geçirdikleri ve “Yahudilerin Kralı” diye önünde küçümseyerek selam verdiklerini söylenir.

En bilinen Hıristiyanlık anlatısı da; Son akşam yemeğindeki Havarilerinden Yahuda otuz gümüş karşılığında Hz. İsayı Romalılara ihbar eder. Sonra bu ihanetinin altında ezilir ve pişmanlıkla kendini bir ağacın dallarına asar. O ğaç daha önce beyaz çiçekler açan Erguvan Ağacıdır. Hatta o zamanlar dümdüz, sülün gibi bir ağaç iken böylesine manevi bir ağırlığın altında kalarak dalları çarpık çurpuk bir ağaç haline dönüşmüştür. Öykünün farklı versiyonunda çiçeklerinin Hz. İsa’nın gözyaşlarını temsil ettiği de söylenir, bu yüzden utancın ve hicranın rengi ve sembolü haline gelir.

- Çocuklar İstanbulun renginin hikayesi daha çok ama, gerisini başka yerlerde İstanbulu biriktiren birilerinden dinlersiniz. Bu şehrin her köşesinde İstanbul biriktiren bir Erguvan vardır.

33 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


bottom of page