Su’dan mıdır hayat? Yoksa topraktan mı? Sudandır cevabı. Toprak konma noktasıdır, menzil noktasıdır. Nuh’un gemisi kendiliğindendir, Nuh sebeptir, deniz hayat, gemidekiler cesettir. Hayat denizden toprağa doğru olmuştur, aynı denizlerde bir eviz kabuğu misali dolanan gemiler gibi, yolu bulmaya çalışır gemi, toprağa ayak basar canlı ve o kabına ruhu doldurur, o an hayat başlar. Yol suyun içinde başlar, toprakta, balçıkta, taşta devam eder. Ve ceset için yol yine toprakta biter. Ruhun sonsuz yolu yine devam eder, çünkü kıyıda yol almayı bekleyen onu kendine götürecek Nuh’un gemisi kalkmak üzeredir. Toprak öyle de cesettir, böyle de yalnızca su/ruh/nefes olduğunda canlıdır, su gidince boş çömlek, topraktır. Doğrudur beden topraktan gelmiştir, toprağa gidecektir.
“Her nefis, ölümü tadacak, sonra döndürülüp bize getirileceksiniz.” (Ankebut Suresi 57).
Her beden ölümü tadacaktır, her çömleğin kırıldığı gibi veya boş işlevsiz kaldığı gibi. Ama ruh o sudur, suyun içindeki bir nem, bir nefes, bir lokmacık su buharıdır, özü sudur. Su hep devinir. Kimi zaman akar, kimi zaman yağar. Kan olur, yağmur olur. Gökteki bulut bile sudur. Hafif pamuk gibidir de hafifçe değince birbirine şiddeti, celali alır götürür teni, beti benzi atar.
Suyu bilmek lazım, kendimizi bilmek için. Onu anlamak lazım. Eskiler bilerek mi, bilmeden mi bilinmez ‘su gibi aziz ol’ derler. Su gibi olabilmek için suyu bilmek lazım. Suyun canını görebilmek onun hafızasından hikayesini dinlemek lazım, o akan ırmağın kendi kayaları yalayarak geçerek çıkardığı sesinden. Aynı Siddhartha nın o ırmağın kenarında kendi benini suyun sesinden öğrendiği gibi, akışından kendiliğindenliği öğrendiği gibi, ailesinin şımarık prensliği bedeninden Budalığın sonsuz bedensiz kendini bulması ve sonsuz devinimde bulması gibi. Yani suyunu, özünü bulması gibi. Suyun hafızası kendimizin hafızasıdır aslında. İşte sana üflenen ruh o hafızadır. O sana üflenen bir nefestir, "Onun (şeklini) düzeltip ona ruhumdan üflediğim zaman, kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın" (Sa'd,Suresi 72) O nefese ruh denmesi işte bu yüzdendir, o ilahi bir nefes, nem, bir buhar parçasıdır, yine mitolojide bu ruhun veya nefsin insana girişi o ruhun hali ile ilgili birbirine benzer onlarca hikayeler vardır. Ezoterik olarak nefes, ruh söylemleri yerine bunun kendi bulma yönü bizi mistikten gerçeğe doğru götürür. Aslında kendini bulmanın, bir yandan ruhumuzu tanıma onun ne olduğunu anlama diğer yandan o öze seyahati içeren bir yoğun deneyim çalışması vardır. Ama bunlar çok spritüel, ezoterik değildir. Tabi bu gizemci bilgilerdeki bilgileri de değerlendireceğiz, ölçeceğiz biçeceğiz ama kendini bulmak gizemli ve sırlarla dolu bir yol değildir.
Taoculuğun söylediği gibi “yol çok meşakkatli, zor ve sarptır. Çokça tehlikeler vardır, hatta kendini kaybetme tehlikesi bile vardır ama yol giz değildir, yol apaçıktır, ortadadır. Giz olan insanların içlerinde sakladıkları, kendilerine bile itiraf edemedikleridir. Yol o itiraf edemediğimiz içimizdeki yükleri bırakıp bırakmayacağımıza, yüzleşip yüzleşemeyeceğimize karar vermemiz için araçtır.
Yoksa yola çıkmak, olmak, kendini bulmak değildir. Yol içreğimize yaptığımız çok derin, çok karanlık bir yolculuğun rotasıdır o kadar. O rota da yapacak edeceklerimiz, bir gemi kaptanı gibi yalnızca bizim tercihimizdir. Ya akıntıya veya kasırgaya doğru gider biçare kadere teslim olursun. Ya da kendini peşinden kendiliğindenliği keşfedip, sonsuzluk limanına yanaşırsın”.(Taoculukla ilgili tüm okumalardan yazarın kendi yorumu). O parlak, akışkan yumuşağın yumuşağı suyun yüzeyi levh-i mahfuzdur. “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musîbet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i mahfûz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, ALLAHA göre kolaydır.” (Hadid Suresi 22), “Şüphesiz Biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i mahfûz’da) bir bir kaydetmişizdir.” (Yasin Suresi 12) Aslında levh-i Mahfuz tabiri Ortadoğu dinlerinde yalnızca İslam da açık olarak geçer, Asya kökenli Hint-Çin dinlerindeki tabula rasa ile benzeşen yönleri vardır. İlahi dinlerde bu kavram çok zor bir işi belirtir, yaratılış, hayatımız, iyilikler, kötülükler bir yerlere kaydedilir. Öyle bir yere kaydedilmelidir ki, hem hep göz önünde olsun, hayatın içinde olsun, hem de hiç belli olmasın. Suya yazmak ne kadar zordur değil mi, hadi deneyin bakalım suya yazmayı, ya hafızasının sınırsızlığı, kendisinin sonsuzluğu herşey onun gözü önünde oldu, herşey onun gözünün önünde canlandı, ilahi dinlere bakarsak tanrı veya çoklu dinlerdeki tanrılar hep suyun üstünde süzüldüler. Sudan feyz aldılar, mitolojide suyun denizlerin tanrıları güçleri hep yaratılışta akıl veren, yardımcı olan içlerinden yaratılışın özünü veren hatta tanrıların üstüne ilk tahtlarını makamlarını kurdukları yerlerdir sular. Tanrıların kayıtları bile onun hafızasındadır. O yüzden Kuranın İlahı da kutsal kitabının bile orada onda kayıt altında olduğunu söylemektedir. İşte levh-i mahfuzda suyun yüzünde onları okuyabilmek lazımdır.
Suya baktığında tenini değil, kendini görmeye başlandın mı? Seyahat yolu tamam olmuş demektir. O yüzden bilerek mi, bilmeden mi söyleyen eskiler, ‘su akar, yolunu bulur’ demişlerdir. Akışa direnmeden, kâh dereye, kâh yeraltına, kâh gökyüzüne, kâh denize, kâh bir tene yolculuk devam edecektir. O yüzden akışına bırakmak gerek kendini bulmayı, kendini bulmak devinimdir. Hayat anlıktır, akış sonsuz.
Bugün dinlerin, inanışların kökeninde hep su vardır. Gılgamış destanında da, Lokman Hekim söylencesinde de ölümsüzlük otu, suyun içinden çıkarılmış sonra su almış götürmüştür. Suyun ölümlü bedenle, ölümsüz ruh arasındaki tercihi böyle temsili olarak anlatılıyor. Bitki ölümsüzlük simgesi bir madde olarak resmedilirken aslında cesettir. Asıl ölümsüzlük sudadır. Ölümsüzlüğü arayan suya bakmalıdır. Nasıl büyük denizlerin, okyanusların en derinlerine bu ceset ölümlü yapıyla giremiyorsak, kendimizi ararken ki özümüzün derinlerinde bu bedenle değil, o içsel kendimizle seyahat edebiliriz. Nasıl en derinler bile suyla kaplıysa, bizimde içselimiz o özsuyla kaplıdır, beden orada doğulur, özümüz kendisine kavuşur. Bakın tarihe insanı etkileyen, kendini bulmuş, kendinizi bulun diyenlerin tamamı suyla ilişkilidir. Ölümsüzlüğü ararken yolda birçok maceralar yaşanır, yol farklı kollara ayrılır, tercihler kimi zaman tali yolları ister. Dağların zirvesine, mağaraların derinine gidilir. En kızgın çöllerden geçilir. Buz gibi iklimlerde yol alınır. Ne olursa olsun her yolculuk ve her toprak bir su kenarında biter. İşte o katı yapı der ki ‘Ben senin bedeninim, ne kadar dolaşırsan dolaş bedende yol hep aynı yere çıkar. Derya da bulacaksın Seni. Ben seni taşıyan bir kaseyim. Taşıdım ve aslına ulaştırdım Seni. Ya otur kıyısına dinle, konuş kendinle. Ya yüzüne bak suyun, oku orada gördüklerini, ya da dal derinlerine su ol, bütün ol, kendin ol. Kıyısı olmayan toprak yoktur. Suyun dalgalarıyla dövmediği, sükûnetiyle rahatlatmadığı kıyı da yoktur.’ Ve sonra o beden denen toprak çömlek devam eder ‘Kendini bedeninde ararsan bulamazsın. Sen kayayı delen su, sen ölümsüz ab-ı hayatsın, sen nurlu menbasın. Kendini bulmanın yolu, çömleğin dışına çıkmak, topraktan öteye bakmaktır.’
Mevlana suyun yolculuğunda nasıl olduğunu, bütünü kucaklayınca kendileştiğini “en hırçın nehirler bile, ummana ulaştığında sakinleşmez mi?” mısralarıyla anlatıyor. Bütün olur artık o üflenen nefs, ruh aslına dönmüştür. Aslında bütünleşmiştir.
“Psikolojik alanda su, gizemli varlıkları barındıran bilinçaltımızın en alt tabakalarının sembolüdür. Her akşam güneş, batıda ki denizlerde batarak, gece boyunca ölüler krallığını ısıtır; böylece su ve öbür dünya arasında bağlantı kurulmuş olur. Eski Mısırdaki İsis kültünde temizleyici ve günahlardan arındırıcı bir işlev vardı.
Avrupa kozmogolojisinde öteki dünyanın bir su krallığı olarak resmedilmemesine karşın, bu Mayalarda sık rastlanan bir tema idi. Azteklerde Yağmur Tanrısının Cenneti (Tlalocan), diğer ölülere ayrılmış olan cehennemden (Mictlan) çok daha güzel bir yerdi. …
Psikanalitik olarak bakarsak, su çok önemlidir, çünkü hayat verir; hıristiyanlık resimlerinde doğumların bir su birikintisi veya kuyu yanında gösterilmesi işte bu nedendendir. Tüm bilinçaltı enerjilerinin ana sembolüdür. “
Sümer efsanesine göre; evrende ilk olarak Tanrıça Nammu adında büyük, uçsuz bucaksız bir su vardı. Bu uçsuz bucaksız sudan Tanrı An (Gök Tanrısı) ve Tanrı Ki (Toprak/yeryüzü Tanrısı) doğdu. Bunların birleşmesinden Tanrı Enli (Hava Tanrısı) meydana geldi. An ve Ki’den bir başka tanrıda suların ve bilgeliğin tanrısı olarak doğdu o da Sümer de hayatı yani insanı tasarlayan Mezopatomya Tanrılarının Zeusu denilebilecek Tanrı Enki (EA) doğmuştur. Tanrıça Nammu Kainatın Tanrılarından biriydi. Ondan doğanlar bu yeryüzünün en kudretli tanrıları ama bunların içinde yalnızca Tanrı Enki hayatı başlatabiliyor, ruhu verebiliyordu, aynı Tanrıça Nammu gibi. Yine Sümer mitosunda, dünya iki su kütlesi olan, tatlı su anlamındaki Ap-Su ile tuzlu su anlamındaki Tiamat’ın birleşmesinden oluşmuşturç Tüm yaratıklar Tiamat denilen tuzlu su denizinden çıkmıştır. Tatlı su ve tuzlu su ile ilgili Kuranda da ilginç ifadeler vardır. “Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar.” (Rahman Suresi 19-20)
Uzakdoğu felsefesine göre, evrendeki her şey Yin ve Yang enerjilerinden türemiştir.
Yin ; kadın, su, hava, karanlık ve durgunluk.
Yang ; erkek, ateş, toprak aydınlık, devingen.
Aslında yin ve yang bir devinimdir. Canlının bir dişi, bir erkek olası gibi. Erkekte dişiyi saklar, dişi de erkeği. Su dişiyi de erkeği de bünyesinde teklikte yaratır, teklikten çiftler çıkarır. Bütün zıtlıklar su yani devinen bütünlükte teklik olur. O teklikte de çokluk olur. Yin ve yang yani bu iki unsur birbirinin karşıtı olduğu ileri sürülse de ateşsiz su buz olur. Suyuz ateş yok olur. Bu demektir ki her şey birbirinde tam/bütün olur.
Hint inanışına göre insan, beden sertliğini topraktan, akışkanlığını sudan, bedensel sıcaklığını ateşten, hareket etme yeteneğini havadan almıştır. Buna ilave bir de boşluk -esir- denilen beşinci bir etken de vardır bu inanış sisteminde. Yani maddi beden beş büyük (bazı Hint düşünce akımlarında yediye kadar çıkar) tözden oluşur. Toprak, su ateş, hava ve esir ‘akaşa-boşluk’. Hint inanışında cesetler yakılır ve yakma sonucu ayrışım başlar; ruh bedenden dışarı çıkar öteye olan yolculuğu başlar. Organlar işlevleriyle ilgili tanrılara karışır görme yetisi gücünü aldığı güneşe, konuşma yetisi ateşe, yaşam nefesi havaya, kulak kendi konak yerine, beden toprağa, tüyler yıllık bitkilere, saçlar ağaçlara ve kanla ersuyu da sulara döner.
Su pasiftir yani kendiliğindenliktir ve dişil yani doğurgan yaratıcı niteliğindedir. Su maddenin beş duyu ile algılanabilir üç halinden biri olan sıvı haldeki akışkandır. Fakat maddenin katı ve gaz hallerine dönüşebilir. Su sakindir, su nazlıdır, su şekilsizdir, su özgürdür, su kuvvetlidir. Gücü özgürlüğünden , kendiliğindenlikten, sakinlikten gelir. Şekilsizdir ortamının şeklini alır, ortama uyarken yavaş yavaş hiç bir şey yapmadan şekli şekillendirir, şekillendirdiği ortamı sanki hep öyleymiş gibi bir sanat eseri gibi sergiler. Su arındırır, su temizler, su ölümsüzdür ve ölümsüzleştirir. Su ab-ı hayattır, yaşam kaynağıdır, bu nedenle de suya kutsiyet yükleriz ki bu da yanlış değildir. Dünya dediğimiz yaşam ortamının tek kutsalı aslından sudur, o anadır, o babadır ve o yaratıcıdır. Tasavvufta ışığın vurmasıyla varlık haline gelerek meydana çıkan karanlık maddeye supha denir. Kelime Kökeni; Arapça sbḥ kökünden gelen subḥān سبحان "(özellikle tanrıyı) övme, tenzih etme" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Aramice/Süryanice şbχ kökünden gelen şbāχā שבחא veya İbranice şebaχ שבח "övme, methetme, yüceltme" sözcüğünden alıntıdır.
Su başlangıç noktamızdır. Anne rahmine başlamadan önce ki özlüğümüz sıvıdır. O özlüğümüz bir gözeden fışkıran su misali büyük bir çanağa düşer, çanak çalkalanır, o bir parçacık sıvı kase akışkan halde tutunur, kasenin nemiyle bütün olur. Sonra o sıvı akışkan jelimsi nem, hayat çanağa dolan suda yüzer, bir denizanası gibi, yapayalnız bir su canlısı gibi amaçsız, umarsız yüzer. Su, suyun içinde hayat bulur. Su o kendimiz olacak suyu büyütür, besler, onu kendisiyle bütün eder. Şekillendikçe o jel, çanağın içinde, kendimizin balçığı olur o jel kaptaki su en maharetli çömlek ustasından daha maharetli olarak o beden dediğimiz çömleği sabırla şekillendirir. Kaptaki suda yavaş yavaş beden çömleğini doldurmaya başlar, bedene su girip hallendikçe, hayat başlar. Su kendinden olanının parçasını bırakır sessizce ona ruh deriz. Öz deriz. Kendimiz suyla oluruz. Sonrasında yaşarken suyun içinde yaşarız aslında çanak dediğimiz ana rahminden çıkınca, ana rahminden dünya denilen yaşamın rahmine düşeriz. Aldığımız nefesten, ihtiyaçlarımıza kadar her şeyimiz aslen sudur. Yaşam dediğimiz oyalanma bitince, beden denilen çömlekten su çekilince su ve ruh bütüne doğru yolculuğuna devam eder. Biz o bedendeyken, kendi benimizi bulursak ne ala bedenlide, bedensizde sonsuzluğu bulmuşuz demektir, işte o zamandan sonra onsuzluktan kurtulmak içinde bütüne doğru yola girmek gerekir. Yola girdin mi, kendiliğindenliği keşfederiz. Su damlası iken de, çömlekteki su iken de, nehirle kol kola akan sel iken de, cana üflenen nefes iken de biliriz artık kendimizi. Biliriz seyretmek yeterlidir, akış kendiliğindendir. O
Thales’e göre her şeyin doğası sudur, şeylerin doğası sudur derken suyun her şeyin ana unsuru, ana maddesi, her şeyin kendisinden meydana geldiği ilk neden olduğu kast edilmektedir. Su, kendisi değişmeyen fakat diğer bütün var olanların kendinden doğup yine kendine döndüğü ana maddedir. Aristoteles Metafizik adlı eserinde bu konuyu Thales özelinde 2 bakımdan ele alır. Aristotelese göre bu görüş ilk olarak deneyime dayanmaktadır, ikinci olarak mitolojiye. Deneyime dayanan kısmı; suyun her şeyin kökeninde bulunması, her şeyin nemlilikten beslenmesi, hayatın su ve nemlilikten kaynaklanmasıdır. Mitolojik olarak suyun ilk neden olması ve Thalesin varlık sorununu su ile başlatmasının sebebi; Yeryüzünün su üzerinde bulunması anlayışının da kendisine dayandırıldığı Okeanos ile ilgidir. Okeanos bütün ırmak ve su kaynaklarının baba tanrısıdır. Bütün inanç sistemlerindeki tanrılar dünyayı oluşturana kadar, oluştururken bu tanrının sularında konumlanır, süzülürler, dünyada karayı bile bu suların derininden çıkan katıyla kurarlar, bu dünyanın gökyüzünü suyun neminden oluştururlar, dünyanın ateşini suyun tam kalbine yerleştirirler. Ateş sudandır, hava sudandır, toprak sudandır. Su ilk nedendir, su son neticedir. Yine Aristotelesin Oluş ve Bozuluş Üzerine adlı kitabında Thales’in her şeyin kökeninde su olduğunu kabul eden anlayışının felsefi açıdan tartışılması ise dünyadaki nesnelerde meydana gelen değişimler göz önünde bulundurularak ağırlıklı olarak incelenir. Aristoteles evrenin tek öğeden oluştuğunu söyleyen ve evrenin birden çok öğeden oluştuğu söyleyen filozofları sınıflandırır. Bunlarda tek olduğunu ileri sürenler duyulur cisimlerin tek olduğunu belirtir, çokluğu savunanlar ise birden çok olduğunu belirtir.
Thales’in içinde bulunduğu tekçiler için her şey maddi yapıdaki bir unsurdan doğar. Thales bunu suya bağlamıştır. Thalese göre diğer bütün şeyler, söz konusu unsurdan nicel değişme yoluyla seyrelme ve yoğunlaşmayla meydana gelir. Aristoteles bu görüşe katkı olarak, tek nesnede hem başkalaşmanın hem de büyüme ve küçülmenin meydana gelebildiğini belirtir. İşte ilk ezoterik inanışlardan beri ki Thales bunu düşünce formuna oturtmuş, ezoterikçilerin gizemciliğinden suyu sıyırmıştır ama ikisinde de suyun anlamı; su bünyesinde hayatı barındırır, hayatın evi sudur.
Su element olarak spiritüel konuları temsil eder, toplumsal yaşantının dengesini kurar. Kavramlarla su elementi ifade edildiğinde; hassaslık, empati, alınganlık, ruhsal konular, duygusallık, hayal gücü gibi sözcükler karşımıza çıkar. Akışkan haldeki bu element uyumu, duygusal iniş çıkışları ve ruhun etkin olduğu alanları temsil etmektedir.
Dört element öğretisinin babası Empedokles, insan üzerinde ilginç gözlemler yapmıştır; Kan, insan hayatının ana-taşıyıcısı ve düşünmenin merkezidir. Kanda öğeler, en olgun bir biçimde birbiriyle karışmışlardır. İnsanın bütün yetenekleri, bu karışımın olgunluğuna bağlıdır. Parmenides varlığın var olduğunu ve özdeksel olduğunu savunmuştu. Empedokles yalnızca bu konumu değil, ama Parmenides’in temel düşüncesini varlığın doğmayacağını ya da yitip gidemeyeceğini, çünkü yokluktan doğmayacağını ve yokluğa geçemeyeceğini de benimsiyordu. Yani hiçbir şey yoktan var olmaz, vardan da yok olmaz. Evren vardı, varlığını hep devam ettirecektir. Her şey değişir, değişim/devinim değişmeyen tek kuraldır. Öz, başlangıçsız ve sonsuzdur, yok edilemezdir. Öte yandan, değişim yadsınamayacak bir olgudur ve değişimin yanılsama olarak anılması bile savunulamaz. Empedokles 4 element ile beraber 2 kuvvetten bahseder Sevgi ve Nefret, aslında Uzak doğunun Yin ve Yang’ı gibidir diyebiliriz. Buna uyum ve uyumsuzlukta diyebiliriz, sükûnet ve şiddette. Empedokles’e göre evrendeki bütün gelişme, hareket ettiren iki ayrı kuvvet arasındaki savaştan meydana gelmiştir. Sevgi ile nefret güç ve hakça eşit olan iki kuvvettir. Bu savaşta kimi zaman nefret kimi zaman sevgi üstün gelir. Sevgi ve nefret kendimizi ararken, bulduktan sonra ve hiçlikte yüzerken bizi besleyen şeyler. Sevgi tatlı hoş bir meyve iken, nefret acı bir meyvedir. Sevgi kucaklayıcı, kuşatıcı, tamamlayıcı, çekici iken (sakin akan bir nehir düşünürsek, hayat kaynağı olan işte o sevgidir) nefret iten, yok eden, sonlandırandır (köpürmüş akan sel suyu veya coşmuş, tahrip eden yok eden bir nehir, hayatı sonlandıran işte o da nefrettir). Sevgi ile nefret gece ile gündüz gibidir. Bir döngü halinde birbirlerinin yerini alır. Su arınmanın kaynağıdır ve arınmalar tanrısallığın otobiyografisidir.
Su ne kadar kirlenirse kirlensin, kendi kendisini sabırla temizleme gücünü bünyesinde taşır. Kendisini arayan insanda aynı böyle olur. Arayıp bulunca kendini arındırır, temizler. İçine ne kadar nefret, kötülük, bencillik dolarsa dolsun, buldu mu içindeki cevheri temizlenir. Pür-i Pak olur. Dinlerde ve hayatta su dirilticidir. İbrahim ateşte suyla dirilmiştir, Musa’ya su kucak açmış onu her seferinde diriltmiştir, bebekken ateşten suya yolculuğunda, hatasından sonra kendini bulma yolculuğunda, kendini bulup, kavmini bulup yollara düştüğünde su onu farklı hallerde diriltmiştir. Yusuf’u kuyuda diriltmiş, Nil kıyısında hayat vermiştir, Süleyman’ı su kaplı sarayında diriltmiştir, Lokmanı deryalarının derininde ölümsüzlüğü göstererek diriltmiştir. İsmail’i topuğundan suyla şereflendirerek diriltmiştir, İshak’ı kevser’le diriltmiştir, Yakub’u Yusuf’un teriyle diriltmiştir, İsa’yı Yahya’nın vaftizi ile diriltmiştir. Ve Muhammed’i kuru toprağın suya olan aşkı gibi diriltmiştir. Renklilik capcanlı renkler mi güzeldir, adını koyamadığımız dupduru pırıl pırıl su mu güzeldir. Su gibi güzellik işte böyledir. Renksizlik ve şekilsizlik. Renksizdir ama görünür ve hissedilirdir, o renksizliğin sesi ve ahengi huzur verir. Rengi ve şekli yoktur. Aynı insanın ruh dediği yani aradığımız ‘ben’ gibi. Rengi yoktur, şekli de yoktur. Girdiği vücut şeklidir ruhun. O bedenin renginin ve görünüşünün önemi yoktur. Geçici bir duraktı o. Cemalnur Sargut 20 Mart 2009 tarihinde Dünya Su Formundaki konuşmasının bir yerinde suyun her halinin başka bir mana içerdiğinden bahisle şöyle devam etmiştir:
Sufiler birlik yani tevhid ehlini yani Allah sevgisini şöyle anlatırlar:
Su sahibi suyu soğuk bir mekana koyarsa, su donacak ve adı buz olacaktır. Buzun tabiatı, katılık, sertlik ve soğukluktur. Bu durum birlik (tevhid) ehlinin katı, sert ve soğuk hallerine bir misaldir.
Bu buz ateşe, güneşe ya da normal bir eritilişe tabi tutulursa çözülecek, eriyecek ve tekrar su haline dönecektir. Bu durum birlik (tevhid) ehlinin aşk, şevk ya da normal zevklerle çözülüp rahatlaması, yumuşaması ve ılımlı olmaya başlamasına misaldir.
Bu su ateşe konursa önce ısınacak, sonra kaynayacak, daha sonra da buharlaşıp uçacaktır. Bu durum birlik (tevhit) ehlinin ibadetler ve çilelerle incelip hafifleyerek, sevgi, aşk, vecd içinde kanatlanarak erenler alemine ulaşmasının misalidir.
Bu buharında geçireceği pek çok haller vardır. Buhar soğuk bir hava tabakasına girerse, içine girdiği soğukluğun durumuna ve derecesine göre, yağmur da olabilir kar da olabilir. Bu durum, halktan Hakka ulaşan velinin tekrara halka dönüp onlara yoldaşlık etmesine misaldir. Bazı veliler yağmur gibi yumuşak, bazıları kar gibi beyaz, bazıları da dolu gibi sert ve hırçındır.
Aynı suyun bir de oksijen ve hidrojene ayrıştığını düşünelim. Bu çok çarpıcı ve değişik bir misaldir. Suyun tam tersine dönüşümdür. Önce -normal halinde- içilecek, hararet giderecek ve ateş söndürecek bir madde iken, sözünü ettiğimiz hal değişimi kademelerinden geçerek katı, sıvı, sıvı iken gaz olacak ve karşımıza yanıcı ve yakıcı ikici gaz çıkacaktır. Bu durum velilerin dünya insanı tarafından anlaşılmadığına misaldir.
.
.
.
Sonuçta su insandır. Beşerin varlığı ve yaradılışın kaynağıdır. Suyun hakikati tekliktir, tevhid ve vahdet. Ne mutlu farklılıkları birleyip böylesine bir birliğe erebilene. ….”
Comments